Ana içeriğe atla

CRUISE MACERASI

 



 

Şu aralar oldukça heyecanlı bir olay yaşıyorum. Annemle bir uluslararası sağlık hukuku kongresinde geldik. Peki neredeyiz şimdi? Tam olarak denizin ortasındayız. Ege denizinde. 4 Ekim Çarşamba akşamı Ankara'dan otobüsle İstanbul'a geldik. Galataport'ta biraz vakit geçirdik. Kahvaltı, gezme dolaşma, kahve içme, sohbet, biraz da ödevlerimi yapma ve ders çalışmayla geçti sabahım. Öğlen 12.00 gibi pasaport kontrollerinden geçip gemiye bindik. Cruise'a. 10 günlük bir turdayım şimdi. Denizde seyir günlerinde kongreye katılıyorum ve geminin içinde annem ve annemin arkadaşlarıyla sohbet edip geziyorum.

Geminin içinde tahmin bile edemeyeceğiniz her şey var. Havuzlar, yemek yerleri, barlar, devasa bir tiyatro salonu (kongre sunumları da burada yapılıyor), bowling salonu, spor merkezleri, spa, çocuklar için oyun yerleri, sinema salonu, alışveriş yerleri hatta casino bile var! Ancak en önemli şey yok: İletişim.

DÜNYA İLE BAĞLANTIMIZ KESİLDİ

"Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim. Ben de hâlâ aynı soruyu soruyorum. Dün akşam (4 Ekim) saat 23.00'ten beri internetim yok, telefonumuz çekmiyor. Sanırım attığımız mesajlar (SMS) gitmiyor. İnternet veya sosyal medya bağımlısı olduğumu düşünmüyorum. Çok paylaşım yapıyorum, o ayrı bir konu. İnternette de çok vakit geçiriyorum, kabul ediyorum. Ama şimdiki sorunum "Instagram dünyasında neler kaçırıyorum?" değil. Başka bir his. Dört tarafımız deniz. Dün akşam gemi yeni hareket ettiğinde İstanbul'u görebiliyorduk. Sabah uyandığımızda da bir miktar daha karayı görebiliyorduk ve bu bana bir güven duygusu veriyordu. Şimdi kendimi uzayda boşlukta süzülüyormuş gibi hissediyorum. Gemide acil bir durum olsa kimseye ulaşma şansınız yok. Hatta hangi tarafa yüzmeyi gerektiğini bile kestiremeyecek bir konumdasınız.

Bu noktada söyle bir akıl yürüttüm. Gemi İstanbul'dan kalkıp birkaç Yunan adasına uğruyor ardından da Venedik'e doğru gidiyoruz. Yani hep Ege denizinde kuzeyden güneye doğru nispeten doğrusal bir yönde ilerliyoruz. Acil bir durum olduğu zaman can yeleğimi giyip denize atlayıp gemi arkamda kalacak şekilde yüzmeyi planlıyorum. Umarım öyle bir şey olmaz ama bildiğim tek gemi Titanic. (Boşuna panik yapmışım gemiden indim ve Ankara’ya doğru yola çıktık. Yaşıyorum. Gemi batmadı.) Her gün bizim bulunduğumuz tur gibi yüzlerce tur olduğunun farkındayım ama tedbirli olmakta fayda var. Dün gemiye biner binmez tatbikat yaptırdılar. Hani uçağa bindiğinizde "Çıkışlarımız önden, arkadan ve ortadandır." gibi şeyler söylerler ya. Onun gibi. Hangi bota ne zaman binmemiz gerektiğini ve can yeleğini nasıl giymemiz gerektiğini anlattılar. Açıkçası Ege denizinde ilerliyor olmamızın ve ekim ayında olmamızın da bir faydası var. Denizde en derin nokta 200 metreden az olması gerekiyor çünkü Yunanistan ve Türkiye arasında kıta sağanlığı problemi var. Belki akıntı falan daha az olur okyanuslara kıyasla diye düşünüyorum. Boğazlarda çok güçlü alıntılar olduğunun farkındayım Karadeniz ve Akdeniz’in yoğunluk farkından dolayı ama bunu düşünmek istemiyorum. İçimi rahatlatmaya ihtiyacım var. En kötü yüzer gideriz yani bir kıyıya. Tek dileğim böyle bir durumla karşılaşmamamız.

GEMİNİN DALGALARLA SAVAŞI

Gemi turu bitti ve sağ salim İstanbul’a ulaştık. Ancak 11 Ekim akşamından 12 Ekim sabahına kadar acayip bir fırtına çıktı ve gemi beşik gibi sallandı. Gemi de devasa bir gemi. Nasıl o kadar sallandı anlamadım. Kocaman bir bina boyutunda. Geminin bir ucundan diğer ucuna yürümeniz on beş dakikanızı alıyor. Spor ayakkabıyla gezmeme ve hızlı bir tempoda yürümeme rağmen. Gerçi dalgalar muhtemelen en az dört beş metre boyundaydı. Gemi batsa da yüzemezdik. Hem karanlık hem soğuk hem de akıntılar şiddetli ve dalgalar çok büyük.

Bir de sallandıkça gemi gırç gırç diye sesler çıkarıyordu. Sanki duvarları parçalanıyormuş gibi. Bu da insanın asabını bozan bir durumdu. Bir de işin kötü tarafı, gemi aşırı kalabalık olduğu için ve salgın olduğu için çok hastaydık. Annem de ben de ateşler içerisinde yatıyorduk. Gece 03.00’te bir adam bağırarak bir kadın da çığlık atarak kamaramızın önünden koşarak geçti. Gemi de deliler gibi sallanınca battığımızı düşündük ve iyice panik olduk. Sonradan başka kimsenin geçmediğini görünce biraz rahatladık. En azından ben rahatladım. Annem hiç uyumamış o gece. Ben de yorgunluktan uyuyakaldım. Yorgunluğumun nedeni de o gün yedi saat aralıksız dans etmemden kaynaklanıyordu. Hem hastayım hem de dans ediyorum hoplaya zıplaya. Evet, çılgın olduğumu kabul ediyorum. Küçükken dans gösterilerim için günde on dört saat prova yaptığım da oldu. Pek de zorlanmadım yani. Çok da keyif aldım.



Sabah uyandığımda geminin artık sallanmadığını fark ettim. Çok sevindim. Kuşadası’na varmıştık. Her tarafta minik minik binalar görünüyordu. Kıyıya ulaşmamıza az kalmıştı. Gece 01.00’e kadar dans etmiştim ve 03.00’ten sonra yarı uyur yarı uyanık, huzursuz bir şekilde sadece üç saat uyuyabilmiştim. Korkunç bir geceydi ama sonunda canım ülkemin sınırlarına geri dönmüştük. (Yunan adalarından ve İtalya’dan geri dönüyorduk.) Yurt dışına gitmek heyecanlı ve ilginç olabilir ancak bizim ülkemizin güzelliği gerçekten bambaşka. Aynı duygulara İstanbul’da Galataport’a doğru yanaşırken de kapıldım. Bu konuya daha sonra tekrar değineceğim.

KONGRE ZAMANI

Yukarıda anlattıklarıma bakıp çok mutsuz ve korkunç bir süreç geçirdiğimizi düşünmeyin. Hayatımın en eğlenceli günlerini yaşıyorum. Yukarıda yazdıklarım sadece gemiye binmenin verdiği bir korku. Dört beş gündür gemideyim ve hiçbir şey olmadı çok şükür. Ara ara hafif bir sarsıntı oluyor o kadar. (Aşırı sarsıntı olan geceden önce yazmıştım bu satırları. O gece olacaklardan bihaberim.) Ayrıca internetsizlik de bir miktar iyi geldi sanki. Dünya ile bağlantım kesildiği için, gemide iletişim kurmak zor olduğu için (WhatsApp'a giremediğim için bazen annemle bile iletişim kuramıyorum ve koca gemide birbirimizi aramak zorunda kalıyoruz.) ve sosyal medyada paylaşım yapamadığım için bir miktar üzgünüm. Annemi ve kongre ekibini gemide kaybetmekten de korkuyorum ara ara. Ancak buna alıştım sanırım.

Peki gemide ve turlarda neler yapıyorum ona gelelim. Yani işin heyecanlı bölümüne...

Kongrede konuşmacıları dinledim ve çalıştaya katıldım. Çalıştayda, pratikte uygulanan kurallar ve değiştirilmesi, eklenmesi, çıkarılması gereken kanun maddeleri falan konuşuldu. İşin ilginç tarafı, okuldaki (Bilkent'teki) derslerde olayı takip etmek için bir miktar zorlanırken kongredeki konuşmalarda ve Çalıştayda hiç zorluk çekmedim. Bu nedenle iş hayatına atılmaktan hiç ama hiç korkmuyorum. Zorlanmama nedenim belki de ortaokuldan beri annemle bu tarz kongrelere ve eğitimlere gelmemle ilgilidir.  Konulara aşina olmam ve ilgimi çeken konuların eğitimlerine katılmam ciddi bir faktör bence.

Acaba okulda neden zorlanıyorum onu anlayamadım pek. Bu arada henüz bir sınava girmedim. Hukuk kitaplarını okurken bir miktar zorlanıyorum. Okumayı da yazmayı da çok severim. Türk ve Dünya klasikleri, felsefe kitapları okurum çoğunlukla. Ancak felsefe kitapları içerik olarak ağır olmalarına rağmen hukuk kitaplarından daha hızlı okunuyor bence. Belki de henüz hukuk kitaplarında kullanılan dile alışamadım ondan.  Birkaç aya alışırım ve bu kitapları daha rahat okuyup anlarım diye umuyorum.

GEZİLER

            Gemi denizde giderken kongre devam ediyor, sunumlar yapılıyor ve çalıştayda tartışma oluyor. Karaya çıktığımız günlerde de kongre ekibi olarak gittiğimiz yerleri geziyoruz. Bence gezmek, bilmediğiniz yerleri görmek, tarihî bilgiler öğrenmek, yeni tatlar ve yemekler keşfetmek çok önemli. En az lisans eğitimi kadar ya da kongrede öğrendiklerim kadar önemli. Hayatı tanıyorsunuz bu sayede. Dünyada neler olup bittiğini görüyorsunuz. Farklı dilleri konuşan, farklı kültürlerden insanlarla tanışıyorsunuz. Geziler de bana hayatı öğretti. Hatta gemide yabancılarla kurduğum iletişim de öyle. Bunlar hayatın birer parçası...

Corfù

Gezdiğimiz yerleri anlatayım biraz da. İlk durağımız Corfù'ydu. Yunan adası. Müzeleri ve kiliseleri gezdik. Sahilde bir yere gittik. Karides ve mürekkep balığı yedik. Gerçekten çok lezzetliydi. Şehir merkezi çok güzeldi. Ben burayı İzmir'de Gümüldür’e yakın bir yerde Sığacık adı verilen küçük bir kasaba tarzı yer var, oraya benzettim. (Bu arada Gümüldür’e de bir kongre için gitmiştik annemle.) Kafeler, restoranlar ve turistler için küçük dükkanlar olan yerde gezdik.



Fare şeklinde bir ada -adı Fare adası- ve cam yapılan bir adanın önünden geçtik. Zamanımız kısıtlı olduğu için oralara gidemedik. Sadece otobüsün içerisinden manzarayı izleyebildik. Fare adası olan yeri ilk duyduğumda “Umarım oraya gitmeyiz.” diye düşündüm. Tam bunu düşünürken rehberimiz “Fare adasında fare yok, sadece şekli öyle olduğu için bu ad verilmiş.” dedi. Benim de içim rahatladı. Nasıl içten dilemişsem gitmemeyi, gidemedik de zaten… Dar, yokuşlu ve virajlı yollardan geçtik ve olağanüstü doğa harikalarını seyrede seyrede gemimize geri döndük.



            Bari

İkinci durak Bari'ydi. İtalya’da bir ada. Burada Alberobello adı verilen tatlı bir yere gittik. Evler hep bembeyaz ve çatıları griydi. Çatılar taştan yapılmış ve yapılırken çimento kullanılmamış. Eskiden vergi memurları geldiğinde üstü kapalı yerlerden vergi aldıkları için hızlıca çatıyı yıkarmış insanlar. Bari’de de kiliseleri gezdik. Sonra Bari'nin şehir merkezine geçtik. Klasik bir Avrupa görünümü vardı. Eski binalar özenle korunmuş. Kiliseler, tiyatro binaları ve müzeler çok oldukça süslü bir şekilde inşa edilmiş.  Ayin yapılan bir kilisenin içine girdik. Alt katında Noel Baba’nın (Aziz Nicholas’ın) kemiklerinin olduğu bir yere gittik. Türbe gibi bir yerdi ve her yerdi mumlar vardı. Kiliseden grup hâlinde çıktık ve en az bir kilometre ilerledik. Arkamızdan koşa koşa bir rahip geldi ve kızgın bir şekilde bir şeyler söyledi gitti. Olayın ne olduğunu anlamdık açıkçası. Rehberimizin yanında bir de İtalyan bir rehber vardı ve bir sorun olmadığını söyledi. Bence ayin sırasında kiliseye girdiğimiz için kızdılar ama nedenini hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Neyse... Şehir merkezinde biraz gezindikten sonra tekrar gemimize bindik ve yolculuğumuza devam ettik.



            Venedik

            Venedik gerçekten filmlerde olduğu gibi romantik bir şehirmiş. Venedik gezimizle ilgili tek sorun gemiden çok geç çıkmamız oldu. Karaya sabah 07.00’de vardık ama 12.00’de çıkabildik. Hem de Venedik’te olağanüstü bir durum varmış anladığım kadarıyla. Bu nedenle bizi Trieste’de bir limanda indirdiler. Normalde Venedik’e daha yakın bir limanda indiriyorlarmış. İndiğimiz yerde insanların gezmesi yasaktı. Sadece yük gemileri yanaşıyormuş sanırım oraya. Venedik’te de limanlar olmasına rağmen cruise’ların oraya yaklaşması yasaklanmış. Kirlilik ve iklim değişikliği gibi nedenlerden dolayı. İstanbul’da Galataport’a yaklaşırken üzüldüm bu nedenle. Keşke bizim ülkemizde de buna benzer bir uygulama olsa. Daha bilinçli olsak keşke...

Trieste’den Venedik’e gitmek iki saatimizi aldı. Gidiş geliş dört saat sürdü yani. Gemiye de akşam 18.00’de binmiş olmamız gerekiyordu. Toplamda sadece iki saatimiz vardı. Bizler de grup halinde bir vapura bindik. Sanki gemiden yeni inmemişiz gibi yine başka bir gemiye binmiştik. Şimdi düşününce bayağı komik geldi. Manzara çok güzeldi. Vapurun üst katına oturduk. Binalar olağanüstü görünüyordu. Çılgınlar gibi video ve fotoğraf çektik. Gerçekten çok güzeldi ve dört saatlik otobüs yolculuğuna da değdi. Otobüste de yorgunluktan (akşamları geç vakte kadar dans etmenin verdiği yorgunluk) uyudum zaten. Bence yol kısa sürdü...

            Venedik’e başka bir zaman tekrar gelmeyi çok istiyorum. Tiramisu, deniz ürünleri, makarna, pizza yiyemedik. Gondola da binemedik. Ara sokaklarda da yürüyemedik. Başka bir seferde bunların hepsini denemeliyim. (Yemekleri gemide denedik. Venedik’te yemek bambaşka bir deneyim olur elbette. Ancak gemideki yemekler de çok başarılıydı. Bu konuya ileride tekrar değineceğim.)



            Kuşadası

            Yıllardır Türkiye’de yaşıyorum ama Kuşadası’na hiç gitmemiştim. Efes Antik Kenti’ni ve Meryem Ana Evi’ni gezdik. Maalesef vaktimiz az olduğu için Şirince Köyü’ne ve Kaleiçi’ne gidemedik. Başka bir gidişimizde mutlaka oraları da gezmeliyiz.

Meryem Ana Evi’nde en ilginç şey dileklerin asıldığı yerdi bence. Onun dışında gereksiz yere uzun bir sıra beklediğimizi ve pek de bir şey göremediğimizi düşünüyorum. Çok küçük bir oda gibiydi. Bir dakikada bitiverdi. Yürüdüğümüz yer çok güzeldi. Değişik türde ağaçlar vardı her yerde. Bir de incir satılan yerler vardı biraz ileride. Gerçekten güzel görünüyorlardı. Koştura koştura Efes Antik Kenti’ne geçtiğimiz için almaya fırsatımız olmadı. Bir dahaki sefere alır yeriz artık…

Efes Antik Kenti tek kelimeyle muhteşemdi. Kentin içlerini gezmeden önce bize küçük bir maketini gösterdiler girişe yakın bir yerde. O sırada "Ne kadar küçükmüş, bizim üniversitenin kampüsü bunun kaç katı büyüklüğünde!” diye düşündüm. Ama büyük konuşmamak gerekiyormuş. Hasta olduğumu unuttum. Ateşimin çok yüksek olduğunu da. Bir süre sonra “Git git bitmiyor, ne kadar büyükmüş!" derken buldum kendimi. Yine de bizim üniversitenin kampüsü daha büyük. Muhtemelen henüz keşfedilmemiş yerler var. Ya da tamamen yıkılıp giden binalar varmış. Senato binasının büyüklüğüne bakılırsa nüfusları çok  da az değilmiş.



Okulumuzdaki ODEON’u ve Efes Antik Kenti’ndeki ODEON’u karşılaştıracak olursam bence yine bizim okulunki daha büyük. Yanlış hatırlamıyorsam Efes Antik Kenti’ndeki ODEON’un kapasitesi dört bin kişilikmiş. Ama çok küçük görünüyordu. Beş yüz kişi ancak sığabilir sanki oraya.

Efes Antik Kenti’nde en çok beğendiğim yer kütüphane oldu. Kitap okuma sevgimden dolayı da en beğendiğim yer olabilir, objektif bir değerlendirme yapamıyor olabilirim. Bu taştan yapılmış binalar nasıl binlerce yıl ayakta kalmış diye düşündük. Özellikle kemer şeklindeki kapıların yıkılmaması çok ilginçti. Taşlar üst üste konulmuş ama herhangi bir şeyle birbirlerine yapıştırılmamış gibi görünüyordu. Gerçekten muazzam bir yerdi. Herkesin görmesi gereken bir yer burası.

            İstanbul

İstanbul’da gezmedik. Daha önceden geldiğim seferlerde gezmiştim bu arada, yanlış anlaşılmasın. Bu durak inip binme noktamızdı. Bu sabah İstanbul’a doğru yanaşırken bu turda gezdiğimiz yerler arasında en muhteşem ve görkemli görünen yerin İstanbul olduğuna kanaat getirdim. Venedik falan İstanbul’un yanında sönük kalıyor. (Venedik’i de çok beğendim. Buna rağmen İstanbul çok daha muhteşem.) İki saat boyunca olağanüstü manzarayı izledik. Topkapı Sarayı, Sultan Ahmet Camii, Galata Kulesi, Marmara denizi... Geminin en üst katında açık havada bir tur attık annemle. 360 derecelik bir İstanbul manzarası ayaklarımızın altındaydı. Güneş yavaş yavaş yükseliyor, suyun üzerine yansıyor ve her yer ışıl ışıl parlıyordu. Bir kez daha ülkemizin güzelliğinin tadını çıkardım. 

GEMİDE EĞLENCE

Kongrenin en güzel bölümüne geldik bence. Gezilerden bile daha eğlenceli olan yere. Geminin içindeki aktivitelere…

Öncelikle yemeklerden bahsetmeliyim.  İster açık büfede isterseniz de şık restoranlarda yemek yeme şansınız var. Tabii onlarca küçük kafe ve bar tarzı yerler de var. Benim en sevdiğim yer geminin ön tarafındaki restoran oldu. Hizmet çok güzel, yemekler çok lezzetli, tüm çalışanlar çok nazik. Bayıldım buraya. Hem de ilginç yemekler tatma şansını elde ediyorsunuz. Turda Yunanistan civarında olduğumuzda o yörenin yemeklerini, İtalya civarında olduğumuzda ise İtalyan yemeklerini denedik. Kuşadası’ndan çıkarken de hem Yunan hem İspanyol hem de Türk yemekleri servis edildi. Ben farklı tatlar denemek adına İspanyol yemeklerini denedim o gün. Yunan yemeklerini önceki günlerde yemiştik. Hepsi birbirinden lezzetliydi.

Annem tüm yemeklerin ne olduğunu biliyordu. Ondan tavsiye aldım her seferinde. Deniz ürünleri, peynir çeşitleri, makarnalar, etler olağanüstüydü. Tek sorun çok yemek yemem ve kilo almam. Otuz iki beden kıyafetlerim hâlâ üstüme oluyor ama sanki aldım biraz. Ona da yapacak bir şey yok. Gemiden ayrılınca diyet ve spor yaparım zaten. (Her gün saatlerce hoplaya zıplaya dans etmemin de bana katkısı olmuştur diye umuyorum. Akşamları aralıksız dört saat dans etmek iyi bir kondisyon gerektiriyor. Öğleden sonraları da iki saatlik dans derslerine katıldım. Geminin içerisinde kaybolduğum için de her gün on beş-yirmi bin adım attım. Bir de gezmeye gittiğimiz günler var. O günlerde de çok adım attık. Genelde gittiğimiz yerler de hep yokuştu ve yürümek zordu. Evet, yemek yediğim için pişmanlık duymamalıyım bence. Daha fazla hareket edemezdim!)



Gün boyunca gemide farklı farklı onlarca aktivite oluyor. Ben genelde akşam yemeğinden sonraki etkinliklere katılabiliyorum. Çünkü sabahtan ya kongre oluyor ya da gemi Yunanistan adalarında, İtalya'da duruyor ve gezmeye gidiyoruz. Akşam programları da genelde şu şekilde oluyor. 19.00'da yemek oluyor. Bazen 18.00 gibi kokteyller düzenleniyor. 21.00'de ve 22.15'te dans dersi 21.30'da tiyatro salonunda gösteri veya konser oluyor. Akşam 23.30 gibi de dans gösterileri ve yarışmaları oluyor, oyunlar oynanıyor ya da sabaha kadar dans ediliyor. İşte şimdi en eğlendiğim bölüme geldik. Dans etmek...

Küçüklüğümden beri dans etmeye bayılırım. On yıllık bir dans geçmişim var. Bale, Latin dansları ve halk oyunları kurslarına gittim. Onlarca gösteriye çıktım. Cruise'da genelde Latin dansları dersleri oluyor. Şimdi on sekiz yaşındaki hâlimle daha çok keyif alıyorum. İki ders arasında canlı müzik oluyor ve dans hocalarıyla dans edebiliyorsunuz. Gerçekten çok keyifli.

Dün akşam 21.00'den 00.40'a kadar aralıksız dans ettim. Bu akşam da aynısını yapmayı planlıyorum. (Yaptım da! Gece 01.00’e kadar dans ettim.) Dans hocaları, dans dersleri almış yaşlı bir karı koca ve ben... Tüm akşam aralıksız dans eden tek ekip bizdik. Bizlerin yanı sıra da bazen otuz bazen yüz kişilik bir ekip oluyor. Bir de insanlar bizleri görünce gaza gelip yaptığımız hareketleri taklit etmeye çalışıyorlar. Çok güzeldi. Kendimi gösterideki baş dansçı gibi hissettim. (Birazcık öyleydim sanki. Dans hocalarıyla en çok dans eden bendim. Hep en önde dans ettim. En uzun süre dans eden bendim. Gemideki çoğu kişi beni tanıyordu. Kimisi İtalyanca kimisi Almanca kimisi İspanyolca kimisi Fransızca kimisi de İngilizce bana aynı soruyu soruyordu karşılaştığımızda: “Yine dans etmeye mi gidiyorsun?” Cevabım hiçbir zaman değişmedi: Evet, yes, sí, oui.)

Bu akşam da dans yarışması olacakmış. Salsa yarışması. Kesinlikle katılacağım. Eğlenceli oluyor bu tarz etkinlikler. Bakalım orada neler olacak? (Eşinizle katılmanız gerekiyormuş. Henüz on sekiz yaşında olduğumdan ve gemide yaşıtım kimse olmadığından ben de dans hocalarıyla dans ettim. Yaşları bana yakın tek grup onlardı. Onlarla da arkadaş oldum. Hep birlikte çok eğlendik. Yarışmaya katılamamış oldum sonuç olarak ama olsun. Yetenekli ve profesyonel dansçılarla dans etmek daha eğlenceliydi bence…)

Akşamüstü 16.00’da ve 17.00’de de iki farklı dans dersi oluyordu. Bunlar havuz başında açık havada oluyordu. Bu derslerin de büyük bir çoğunluğuna katıldım. Kongrenin oturumları biter bitmez koşa koşa dans derslerine gittim ve saatlerce dans ettim. Dans ederken de hayatın anlamını bir kez daha keşfettim. Neden eğitim aldığımı da bir kez daha anladım. Rahat rahat dans edebilmek, gezebilmek, istediğimi yiyebilmek için okul zamanı saatlerce çalışıyorum. Bence bu eğlence için değer. (Dönüş yolunda ders çalışmak için kendimi motive etmeye çalışıyorum da... Ondan yazdım bu satırları.)



Bana bir diğer keyif veren şey ise şık şık giyinip gezmek. Bir günde iki üç kez kıyafet değiştirip geziyorum geminin içinde. Özellikle akşamları güzel elbiselerimi ve parıl parıl parlayan bluzlarımı, eteklerimi giyiyorum. Yaşama enerjimi artırıyor süslü püslü giyinip gezmek.

Sizlere talihsiz bir hikaye anlatacağım. Gemiye cumartesi günü 13.00 gibi bindik. Yedik, içtik, eğlendik, gemiyi keşfettik, kongreden insanlarla tanıştık. O gün henüz kongre başlamamıştı. Akşam boyunca dans ettik her zamanki gibi. Odamıza dönmek için merdivenlerden inerken topuklu ayakkabımın topuğunu kırdım. Saat 22.55'ti tam olarak. Geminin kalkışını kendi kamaramızın balkonundan izlemek için koştuk. O arada oldu bu kaza. Ve gemi akşam 23.00'te kalktı. Yanımda da sadece iki tane topuklu ayakkabı vardı. Genelde akşamları rahat rahat spor ayakkabımı giyiyorum çünkü gemi çok büyük. Çoğunlukla yolunuzu kaybedip çok yürümeniz gerekiyor. Yemek sırasında topuklu ayakkabımı giyip süslü süslü oturuyorum. Ondan sonra rahatça dans etmek adına spor ayakkabımı giyiyorum. Eskiden (2 hafta önce) şıklık rahatlıktan daha önemli diyordum. Şimdi ise tam tersini söylüyorum. Yaşlanıyor muyum acaba?

TEK BİR GEMİ FARKLI DİLLER VE YENİ ARKADAŞLIKLAR

            Yukarıda da bahsettiğim gibi gemide benim yaşıtım pek birileri yoktu. Dans hocaları, animatörler ve bazı garsonlar hariç. Onlarla arkadaş olduk. Dans hocaları Kolombiyalıydı, animatörlerden biri Türk, diğerleri Meksikalı, İspanyol ve İtalyan’dı, garsonlardan da Türk ve Hintli olanlar vardı.

Farklı dillere hâkim olmanın önemini bir kez daha gördüm bu gemide. İspanyolca bildiğim için Meksikalı, İspanyol ve Kolombiyalı ekiple çok rahat konuşabildim. İtalyanca ve İspanyolca birbirlerine çok yakın diller olduğu için İtalyan olanlarla da çok rahat anlaştık. Gerektiğinde İngilizce konuşmak mümkündü zaten. Bu sayede ana dili İspanyolca olan insanlarla spontane sohbet etmeyi öğrendim. Dilinizi geliştirmenin en iyi yolu sohbet etmek ve bol bol o dilden bir şeyler izlemek.

 


Sabah kahvaltı zamanında Türk bir garsonla tanıştık. Kozmopolit bir ortamda bulunmanın verdiği duygularla kırk yıllık dostmuş gibi her gün sohbet ettik. Bize yeme içme konusunda torpil geçiyordu. “Sevdiğiniz bir yemek varsa ikinci tabağı getireyim.” diyordu hemen. Tabii çok yediğimiz için yerimiz olmuyordu ve istemiyorduk ama yine de hoş bir şey tabii.

Bir sabah 07.00 gibi uyandık ve 07.55’te kahvaltıya indik. Bu Türk garsonla muhabbet ederken annem kongrede yapacağı konuşmanın 09.00’da olduğunu söyledi. Onun üzerine garson da saatin 08.55 olduğunu söyledi. Biz de annemle panik olduk tabii. Meğer İtalya sularına girdiğimiz için saatler değişmiş. Garson hemen “Ben sizi hayatta aç göndermem.” deyip bir dakika içerisinde masayı donattı. Hızlı hızlı yemeklerden yiyip, teşekkür edip gittik. Güzel bir kültürümüz var. Nerede ve ne zaman olursa olsun misafirperverlik, dayanışma ve yardımlaşma oluyor. İşin komik tarafı, biz hızlıca kongrenin yapılacağı salonu gittik ve orada Venedik’ten binen kişilere (Hemen önceki gün binmişlerdi.) tatbikat yaptırıyorlardı. Bu nedenle annemin konuşması da saat 10.00’a alındı ve boşu boşuna kahvaltıdan hızlıca kalkmış olduk.

 

Akşam yemeklerinde de Hintli genç bir adam garsonluk yapıyordu. Üçüncü günden itibaren masadaki herkesin ne içmek isteyeceğini ezberlemişti. Hatta isimlerimizi bile ezberlemişti. Adımı doğru bir şekilde söyleyebilmesine de çok şaşırdım açıkçası. Çok saygılı biriydi. Hepimize “madamme" diyordu. Bir akşam yemekten kalkarken ben de garsona İngilizce “İyi akşamlar Bay Benny.” dedim. Ben de onun adını bildiğimi vurgulamak istedim. Çünkü gemiye sürekli yeni birileri biniyor ve on günde bir insanlar değişiyor. Aynı anda birkaç masaya birden bakıyor ve her masadaki insanların isimlerini özenle ezberliyor. İsimleri doğru telaffuz edebilmek için bile çalışıyor. Bu nedenle kendisine değer verildiğini göstermek istedim ve çok mutlu oldu. Bu kadar sevineceğini hiç tahmin etmemiştim. Bazen küçücük bir cümle ya da davranış bile insanların iletişimini iyileştiriyor. Güzel bir hayat tecrübesi oldu bu.

 


Bir gün öğlen vakti açık havada, havuz başında etkinliklerin yapıldığı yere gittim. Şans eseri oradaki animatörlerden birinin Türk olduğunu öğrendim. Nasıl mı? Anlatayım. “Trivia” oyunu oynuyorlardı. O da sunucuydu. Oynayanlardan İtalyan olan da var İspanyol olan da Türk olan da. Genelde İtalyanca ve İspanyolca konuşuluyor bu nedenle gemide. Oyun sırasında bir anda Türkçe konuşarak şunu söyledi: “Bu markanın ürünleri bizim pazarda üç yüz liraya satılıyor.” İşte o anda anladım Türk olduğunu. Aslında İtalyancası ve İspanyolcası çok iyi olduğundan ve Hispaniklere benzediğinden onun Türk olduğunu hiç düşünmemiştim ve şaşırmıştım. “Trivia" etkinliğinden sonra da dans dersi başlıyordu. Saat tam 16.00 olduğunda (dans dersinin başladığı saatte) ayağa kalktım ve animatör bana İngilizce: “Oynamak için geç kaldınız.” dedi ve nereli olduğumu sordu. O da benim Türk olduğumu öğrenince şaşırdı. Etkinliği sunmaya devam etti. Bir sonraki gün yine etkinliklerin olduğu yere gittim. Yanıma geldi ve uzunca bir süre sohbet edip arkadaş olduk. O günden sonra akşamki dans etkinliklerinde de birlikte dans ettik. Gemide genelde en genç insanlar kırk beş-elli yaşlarında. Büyük bir çoğunluğu da altmış beş yaşın üzerinde. Bu nedenle yaşıtınız birileriyle tanışıp muhabbet etmek eğlenceli oluyor.

 

Bir de İspanyol bir animatörle tanıştım. Onunla da uzun bir süre sohbet ettim. Açıkçası o kadar rahat İspanyolca konuşmama şaşırdım. Dil bilgisi hatası yapmadan tüm zaman ve kişi çekimlerini doğru kullanarak ve günlük konuşma dilinde kullanılan kalıplaşmış sözleri kullanarak konuştum. Kafamın içinde bazen İspanyolcamı geliştirmek için konuşurum kendi kendime. Bunun faydasını gördüm bence. Deli değilim bu arada. Sadece bu tarz bir durumda rahatça konuşabilmek için iyi bir taktik. Sonuçta havadan sudan muhabbet ederken sorulacak belli sorular var. Oturup cümle cümle ezber yapmıyorum ama “Kendi kendime rahatça konuşabiliyorsam şimdi de güzelce konuşabilirim.” düşüncesi özgüveninizi artıyor ve normalde konuşabileceğinizden çok daha iyi konuşabiliyorsunuz. Hepinize tavsiye ederim.

 

Melez ve çifte vatandaş olmanın verdiği bir şanstan dolayı herkes beni kendi milletinden sanıyordu. Bu durumun nedeni birazcık da karşıdaki hangi dilde konuşursa konuşsun ne dediğini anladığım ve cevap verdiğim içindi. İtalyanlar hızlı hızlı İtalyanca bir şeyler soruyor veya söylüyor ben İspanyolca cevap veriyorum mesela. Günlük konuşma olduğu için ilk iki üç cümlede onlarla aynı dili konuştuğumu sanıyorlardı. Ancak kurduğum cümleler biraz komplike hâle gelince benim İspanyolca konuştuğumu ve İtalyan olmadığımı anlıyorlardı. Hemen nereli olduğumu soruyorlardı doğal olarak. Hollandalı ve Türk olduğumu söyleyince Hollanda’da yaşadığımı sanıyorlardı. Hepsi “Hollanda’da nerede yaşıyorsun?” diye soruyorlardı çünkü. “Türkiye’de yaşıyorum.” cevabını alınca garipsiyorlardı. Sanırım birden fazla dili zorlanmadan konuşabildiğim için bu garip tepkiyi veriyorlardı. Türklerin İngilizce bile bilmediklerini sanıyorlar anladığım kadarıyla. Ne üzücü...

 

Gemide hoşuma giden bir başka şey ise çalınan parçaların hep bildiğim şarkılar olmasıydı. Beni yadırgamayın lütfen ama ben hiç Türkçe şarkı dinlemem. Genelde İspanyolca ve İngilizce şarkılar dinlerim. Çalınan tüm parçaları bilmek çok hoşuma gitti. Sanırım annem biraz şaşırdı bu duruma. Normalde Ankara’da gittiğimiz yerlerde çalınan parçaların hiçbirini bilmem. Bu sefer ezbere şarkıları söyleyince ve bir yandan da dans edince garipsedi doğal olarak. “Cha cha cha" dersinde de en sevdiğim şarkıyla dans ettik bir ara. Gerçekten çok hoştu. Şarkıyı söylerken bir yandan da dans hocasının karşısında dans ediyorum. Dans hocaları da dediğim gibi Kolombiyalı olduklarından ve şarkı İngilizce-İspanyolca karşımı olduğundan ezbere biliyorlardı ve onlar da söylüyordu benimle. Dans derslerinin tadı damağımda kaldı. Cruise’dan ayrılırken çok üzüldüm bu nedenle. İki hoca da birbirinden yetenekliydi dans konusunda. Çok da uyumlu bir ikiliydiler. Onlarla dans etmeyi çok özleyeceğim.

 

Dediğim gibi animatörlerle de çok yakın arkadaş olmuştum. Gemiden ayrılıp Galataport’a doğru ilerlerken animatör kızlardan biriyle karşılaştım. Hemen boynuma atlayıp sarıldı. Meksikalıydı. İspanyolca dilinde “Seni çok özleyeceğim, kendine iyi bak. Akşamları dans ederken çok güzel vakit geçirdik.” dedi. Gemide sadece on gün kalmış olabilirim ama ortama çok alışmıştım. Çok tatlı bir hareketti. Çok da duygulandım. Çok hoş vakit geçirdim gerçekten de.

 

KOMİK BİR OLAY

            Komik bir olay anlatıp bu yazıyı bitireceğim. Akşamları restorana giderken altı gün boyunca herkes bize -annemle bana- İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Fransızca dillerinde “İyi akşamlar." veya “Hoş geldiniz.” diyordu. Yedinci gün herkes bize Türkçe selam verdi ve çok şaşırdık. Ondan sonra bir şeyi fark ettim. Altı gün boyunca önden yürüyen benmişim ve annem hemen arkamdan yürüyormuş. Ancak yedinci gün o önden yürümüş. Bu teorimi anneme söyledim ve gülüp doğru olabileceğini söyledi. Sekizinci gün bunu test etmeye karar verdik. Ben önden yürüyorum annem de hemen arkamdan. Bilin bakalım bizlerle hangi dilde veya dillerde konuştular? İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Fransızca! Kesinlikle Türkçe bir cevap almadık. Teorim doğrulanmıştı. Bunun üzerine annemle gülme krizine girdik. Aslında annemle birbirimize benziyoruz bence. İnsanlar benim genelde Alman olduğumu düşünür ve bu nispeten yakın bir tahmin. Hollandalılar ve Almanlar birbirlerine benziyorlar ne de olsa. Yani benim yabancı olduğumu düşünüyorlarsa annemin de yabancı olduğunu düşünmeleri gerekir. Öyle işte... Bu komik hikâyeyi sizinle de paylaşmak istedim.

 

            Dokuz günlük cruise gezisi baştan çok uzun görünüyordu ama göz açıp kapamadan bitti bile. Yaşlanıyorum galiba. Artık zaman çok daha hızlı ilerliyor. Sadece üç gün gemide kaldık gibi geldi bana. Baştan internetin ve telefonun çekmeyişine üzülmüştüm ama bana çok iyi geldiğini hissediyorum. Sanırım ileride başka gemi turlarına da katılırım. Çok eğlendim ve çok kısa geldi. Daha nice kongrelere ve cruise maceralarına...

Suzan R. HOFSTEDE

13 Ekim 2023

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÜNİVERSİTELİ OLARAK KENDİMİ KEŞFETMEK

    Doğan Cüceloğlu’nun “Var Mısın?" adlı eserini bir buçuk sene önce okumuştum ve çok beğenmiştim. Kitabı o zaman okuduğumda üniversite sınavına hazırlık sürecinde bana yardımcı olmuştu. Kafamda meslek seçimi ve üniversite seçimi gibi şeyleri planlamıştım ancak detayları planlamamda destek olmuştu. Kitabı şimdi de üniversiteye giden bir genç gözüyle okudum ve o anda fark etmediğim başka anlamlar gözüme çarptı. Düşüncelerimi sizlerle de paylaşmayı çok isterim. “Şimdi ve burada, bir başkasının kriterlerine göre var olmaya çabalayan bir insan mısın; yoksa kendi bilincinle oluşturduğun ölçütlere göre seçimlerini yapıp eyleme geçen biri misin?” [1] Kitabın ilk sayfalarından itibaren sık sık hayallere daldım. Kendimi sorguladım. Şu anki konumumu, hayattaki duruşumu sorguladım. Başka insanların kriterlerine göre yaşamak imkânsız. Herkesi aynı anda memnun etmek mümkün değil.   İnsanlar sürekli yorum yaparlar. Sizin kişiliğiniz hakkında, duruşunuz hakkında, başarınız h...

EHLİYET SINAVIM

    Lise hayatınız bitince ve on sekiz yaşınızı doldurunca gerçekten çok heyecanlı bir sürece atılıyorsunuz. Aşağı yukarı aynı zamanlarda üniversite sınavı, mezuniyet töreni, mezuniyet balosu ve araba kullanmaya başlama serüveni oluyor. Heyecanlı bir yaz tatili sizleri bekliyor. Haziran ayının sonu gibi liseden mezun olduk ve hayatımızın belirlendiği üniversite sınavından kurtulduk. Temmuzun başlarında da ehliyet kursuna başladım. Kursa başlama hikayem de hiç beklenmedik bir şekilde gerçekleşti. Ehliyetimi yaz tatilinde almaya kararlıydım açıkçası. Havalar bozmadan araba kullanmaya alışmak istiyordum çünkü. Ayrıca okul zamanı sürücü kursuna gitmek istemiyordum. Hazır bolca vakit varken rahat rahat kursa gidip kullanmayı öğrenmek istiyordum. Bir gün annemle sürücü kursu aramak için oturduğumuz yere yakın olan kursları gezip bilgi aldık. Bir kursta tam bilgi alırken "Dersimiz beş dakika içinde başlayacak. İsterseniz şimdi kaydolun ya da önümüzdeki ay başlayın dediler." Böyl...