Hayatta her zaman
mutlu olamayız, istediğimiz her şeyi elde edemeyiz. Toplumun baskısından
kurutularak “özgür” ve “mutlu” yaşamak çoğu insanın isteğidir. Emel İrtem de
“Vereğen” adlı şiirinde özgür bir ruha sahip insanın hayattaki mutluluk arayışını
okuyucuya sunmuştur.
Toplum ve aile baskısı nedeniyle özgür bir biçimde istediğimiz tüm
hareketleri yapamamaktayız ve tutumlarımıza dikkat etmek zorundayız. Şiir
kişisi, hayatta “mutluluğu” ve “özgürlüğü” elde edememe konusunda toplumun,
ailesinin ve dinin baskısını suçlamaktadır. “Annem demişti mukayyet ol ağzına”,
“Biraz inanç ile ruhu doğrayıp biçiyoruz” dizeleri ile aile ve din baskısının
insan psikolojisi üzerindeki etkileri hissedilmektedir. Bu baskılar sonucunda,
insanların “tutku” ile ulaşabileceği “mutluluk” kısıtlanmıştır.
Serbest biçimde ve herhangi bir uyak şeması kullanılmadan yazılmış
olan bu şiir, şiir kişisi olan “ben”in kişiliğini ortaya koymaktadır. Şiiri
“özgür” bir tutum ile yazması; “özgürlükçü ruhu” ile “yaşamı ve mutluluğu”
sorguladığını belirtmektedir. Bu açıdan toplum, aile ve din ile bir çatışma
hâlinde olduğu sezilmektedir.
Okuyucu, “toplum baskısından” kaçmakta olan bir figür ile karşı
karşıya bırakılmıştır. Toplum ile olan çatışması bu dizelerde belirtilmiştir:
“İşte hepsinin ortasında bir havuz, fıskiyesi hep bozuk olan”. “Hepsinin
ortası” olarak belirtilen şey “tüm kişisel sorunları” temsil etmektedir.
“Fıskiyesi hep bozuk olan” ile anlatılmak istenen şey ise “toplumun yanlış
düşünce yapısı ve tutumudur”.
Şiir kişisinin “özgür” ruhlu olma ve “rahat bırakılma” isteği
şiirin sade bir konuşma dili ile yazılmasından da anlaşılmaktadır. Bu “konuşma
dili” ile “annesi ve toplumla atışma” tarzındaki üslup, figürün “çocuksu” ve
“tutkulu” bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir. “Ne alâka” şeklindeki
soru çocuksu içtenliğinin bir kanıtıdır.
Çevrenin baskısı, insanın hayata olan bakış açısını
değiştirebilmektedir. “Hayata ait değil kahkaha”, “Dünyanın bu korkunç hâlini
anlamayan bir hain” dizelerinden de anlaşılacağı üzere, figür hayata olumsuz
bir bakış açısı ile bakmaktadır. Bunun nedeni ise “tutkularını gizli” yaşaması
gerektiği içindir.
Aslında toplum baskısı “toplumsallaşma süreci” olarak da
nitelendirilebilir. Toplumda belli kurallar konularak-daha doğrusu otoriter bir
toplum baskısı yaratarak- insanların belirli bir düzen elde etmesi
sağlanmaktadır. Bu süreçten en çok etkilenen kesim ise genellikle “kadınlar”
olmaktadır. “Okyanuslar böyle doluyor, magma böyle yakıyor” dizeleri ile
“kadınların toplum tarafından sindirilişi sembolize edilmiştir. Kadınlar
“toplumsallaşma sürecine” ayak uydurmaya çalışarak kendi öz “kimliklerini”
kaybetmektedirler.
“Kimlik kaybetme”, ilk önce ailenin sonra toplumun ve dinin
baskısını içselleştirme ile olmaktadır. “Çok gülme, çok konuşma, çok görünme”,
“Gülmenin de bir cezası var, mutlu olmanın” dizeleri ile önce annenin, sonra
toplumun değer yargıları ve perspektifleri sunulmuştur. “Ceza” olarak
nitelendirilen kavram “toplum tarafından sorgulanma ve dışlanma” anlamlarına
gelmektedir. Son bentte ise ben figürü “fısıltıyla kahkaha atmayı, kimseler
duymadan kimseler görmeden” öğrenmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu dizeler ile
“ben” figürünün bu “baskıyı”, bu “gizliliği” içselleştirdiği ve “toplumun bir
kadını sindirdiği” anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak; toplum, aile ve din baskısı insanlar -özellikle de
kadınlar- özgür bir şekilde tutkularını yaşayamamaktadır. Bu baskı ile
“kadınlar gizlenmeye” zorlanmakta ve kadınlar da mutlu olamamaktadır.
Suzan R. HOFSTEDE
14 Ekim 2021
Yorumlar
Yorum Gönder