Kendi yazdığım yer ve zamandan
bahsettiğime göre şimdi ideal ortamın nasıl olması gerektiğine gelelim… Bence
ideal bir ortama ihtiyaç yoktur, yazmak isteyen her şekilde bir yolunu bulup
yazılar yazar. Ancak “felsefenin Antik Yunan’da başlama sebepleri arasında refah
seviyesinin yüksek olması” bilgisini hepimiz biliyoruzdur. Bu oldukça doğru bir
tespit ve bu tespitin yazarlık için de geçerli olduğuna inanıyorum. Eğer mutlu
ve huzurlu değilseniz, bir probleminiz varsa yazma sanatının olağanüstü ritmine
kapılıp gidemezsiniz. Bu nedenle ideal ortam öncelikli olarak sizin iç
dünyanızda, hayatı nasıl gördüğünüzde bitiyor. Eğer yatağın ters tarafından
kalktıysanız, o günlük de olsa elinize kâğıt ve kalem almazsanız iyi edersiniz.
Yoksa yazdığınız şeyleri yazan “siz”, gerçek siz değilsinizdir. Bu nedenle
yazmaya başlamadan önce ben “ponçik” versiyonumda olmaya özen gösteririm. Önce
bir enerji patlaması yaşar, içim kıpır kıpır olur; sonra da “ben en iyisi
bilgisayarımın başına geçeyim” der ve başlarım yazmaya…
Tabii ki hayalimde ideal bir yazma ortamı
ve zamanı bulunuyor. Umarım ileride bu veya buna benzer bir ortamı
oluşturabilirim. Benim için birden fazla ideal ortam bulunuyor aslında… O zaman
hayal kurma zamanı…
İlk durağımız bussiness class’ta uçarken avokado
soslu karideslerimi yerken… İspanya’da katıldığım uluslararası bir hukuk
kongresinden ve bolca hoş sohbetten sonra Harvard’a ders verme yolunda bindiğim
uçaktayım. Yanımda taşıması kolay küçük tablet bilgisayarım açıkta; üstümde Barbie
pembesi bir yağmurluk, deri görünümlü pembe simli taytım, beyaz şıkır şıkır
parlayan kar beyazı bir bluz ve ayağımda da paraşüt kumaşından, parlak, canlı
bir beyazdan topuklu çizmeler var. Koluma pırıl pırıl parlayan bembeyaz deri
saatimi takmayı da unutmamışım. Jilet gibi giyinmiş hoş bir hostes kız yanıma
gelip ne “arzu ettiğimi” soruyor. Menüde avokado soslu karides, cherry domatesler,
fırından yeni çıkmış dumanı tüten tam tahıllı ekmekçikler ve profiterol olduğunu
belirtiyor. Yanına karadut suyu istiyorum. Önden ellerimi silmem için hafif
nemli ve sıcak el havlusu getiriliyor. Bir yandan bu havalı menüyü yavaş yavaş
atıştırırken bir yandan hayal âlemime dalıp bilgisayarımla baş başa hoşça vakit
geçirmeye başlıyorum. Denizaşırı uçak yolculuğum epey uzun sürdüğümden de bolca
vaktim var. Arada bir pırıl pırıl parlayan, bana gülümseyen güneşe selam
veriyor, okyanustaki yunusların koşuşturmacalarını ve zıplamalarını görebilme
umuduyla kilometrelerce aşağıya bakıyorum. Sonradan tekrar bilgisayarımdaki
harflerin gülüşmelerine ve şakalaşmalarına odaklanıyorum. Hemen onlara uyup ben
de onlarla birlikte kıkır kıkır gülmeye başlıyorum. Yolculuğum böyle sürüp
gidiyor…
İkinci durağımız ise yerlere kadar camları
olan, gökdelenin en üst katında olan ofisimde karamelli macchiato’mu
yudumlarken… Üzerimde kırmızı oversize, kollarında altın işlemeler olan bir ceket,
siyah dantelli bir gömlek, boynumda altın zincir bir kolye, belimde kalınca bir
altın zincir kemer, siyah İspanyol paça bir pantolon, ayağımda rugan kırmızı
topuklu ayakkabılar var. Kolumda kırmızı ve pırlantalı bir saat, yanımda
kıpkırmızı yılan derili ve altın fermuar detayları olan bir iş çantası var. Sabahın
verdiği enerjiyle bilgisayarımla uzunca bir söyleşiye başlamışım. Saat sabahtan
on-on bir civarı, öğlen yemeği saatine az kalmış. Kısa bir mola vermek için tam
zamanı diye düşünüp etrafıma bakınıyorum. Kendimi yazmaya kaptırmış olduğum
için saatlerdir ayağa kalkmadığımı fark edip elime kahvemi alıp biraz
dışarıdaki nefes kesici şehir manzarasını izliyorum.
Işınlanacağımız bir diğer konum; özel havuzumun
manzarasını izleyebileceğim, uçsuz bucaksız kitaplığımın arasında, kremalı
çileklerimi yerken… Evimin şık çalışma odasında keyif çatıyorum. Bembeyaz
tavana kadar inceli kalınlı kitaplarla dolu bir odadayım. Odanın bir duvarı
yerlere kadar cam ve havuz manzaralı, diğer kalan üç duvar ise boydan boya
kitaplık… Her yazarın hayalindeki gibi muazzam bir yer. Büyükçe beyaz modern ve
şık bir masa duruyor, odanın ortasında. Masanın metal ayakları ve parlak beyaz
yüzeyi üzerine güneş vurdukça göz kamaştırıyor. İki adet beyaz deri tek kişilik
koltuk var masanın hemen önünde. Ortasında son moda tozpembe cam bir sehpa var.
Üzerinde de pembiş bir cupcakeli şekerlik, onun içinde karamelli sütlü
çikolatalar duruyor. Bu ikili tek kişilik koltuk setine bir tane de üçlü koltuk
uyum sağlıyor. O da tıpkı diğer iki koltuk gibi beyaz ve deri, üzerinde de
tüylü açık pembe ve beyaz pofuduk yastıklar sıralanmış. Masamın üzerine gelecek
olursak şık ve süslü kalemlerle dolu hoş bir kalemlik duruyor. Bir yanımda
ilham perilerimin kulağıma fısıldadığı zamanlar için pespembe bir not defteri,
yanında mor tüylü bir tükenmez kalem, önümde de bilgisayarım duruyor. Yazılarımı
yazarken daha iyi odaklanabilmek adına -kesinlikle tek nedenim bu, bundan emin
olabilirsiniz- elimin altında ekstra büyük boy bir sıcak çikolata, koca bir
kristal kâsenin içi krema ve yanında da muhteşem bir tabak içerisinde tepeleme,
kıpkırmızı, kocaman çilekler dolu. Bahar ayları olduğundan bir pencere açık ve
havuzumun fışır fışır sesi geliyor, kuşlar cıvıldaşıyor, arada “tatlı bir
serinlik” rüzgârı esip saçlarımı hafifçe dalgalandırıyor ve ben bilgisayarımla
baş başa kalıyorum. Arkada “grazioso” bir tempo ile Tchaikovsky’nin “Dance of
the Sugar Plum Fairy” eseri çalışıyor. Evimin çalışma odasında oturuyor olmama
rağmen -bu durumu gençliğime verin lütfen- şık şıkıdım giyinmiş durumdayım. Çileklerimle
uyumlu olsun diye kan kırmızısı bir etek; son moda, yüksek tabanlı, havalı,
beyaz spor ayakkabıları; beyaz basic bir tişört ve ipince kırmızı bir kot mont
giyinip kuşanmışım. Dudağıma da hafif kırmızı nemlendirici-parlatıcı arası bir
ruj sürmüşüm. Nedenini soracak olursanız cevabını kesinlikle bilmiyorum. Sanırım
ergenlik gereği bu da hayallerimin ortamının bir parçası… Okuduğum tüm
kitaplara bir göz gezdirip o kitaplarda ele alınan konuların nasıl daha farklı
yorumlanabileceğini düşünüyorum bir süre. Aklıma yepyeni, taptaze, fesleğen
kokulu fikirler gelince bilgisayarıma gömülüyorum…
Bir başka hayallerimin ortamı ise akşamüstü
gün batımı karşısında İzmir’in Kordon caddesinde şık ve süslü bir kafede damla
çikolatalı ve kestaneli pastamı yerken… Etrafta martılar uçuşuyor, deniz hafif
hafif sahil boyunca rahatlatıcı bir dalga sesi çıkarıyor, kafe ortamı gereği
etrafta bolca şakalaşmalar, kahkahalar ve çatal bıçak sesleri var. Her zamanki
gibi önüme bilgisayarımı açmışım ve bir şeyler tıkırdatıyorum. Yanımda yasemin
çayım ve damla çikolatalı-kestaneli leziz mi leziz kocaman bir pasta duruyor. Ara
sıra küçük bir çatal alıyorum bu pastadan. Bu arada pasta kesinlikle tek kişilik
veya çift kişilik değil, üç kişinin rahat rahat doyacağı büyüklükte. Üzerimde yere
kadar uzayıp giden üstten dar başlayıp aşağılara doğru genişleyen hoş bir mavi
kot etek var. Belimde kalın, altın tokalı, kahverengi bir kemer, üstümde şifon
tiril tiril bir kahverengi bluz, onun üzerinde de şık dar bir kahverengi ve kot
karışımı ceket. Ayağımda püsküllü, yüksek topuklu, kahverengi, süet çizmeler,
kolumda büyükçe bir deri kayışlı kahverengi saat. Orta büyüklükteki, püsküllü
kot çantam ise bu olağanüstü kombinimi tam anlamıyla tamamlıyor. Bir yandan
sokakta yürüyen insanları inceliyorum, bir yandan sohbet eden arkadaş
gruplarına göz atıyorum, bir yandan da derin derin düşünen hafif baygın bakışlı
garsonları gözden geçiriyorum. Tüm bu farklı kesimlerden insanların yazdığım
romanda nasıl da harmanlandığına bakıp şaşırıyorum. Üzerimdeki tuhaf şaşkınlığı
attıktan sonra yazdığım romanımın derinliklerine kapılıp gidiyorum.
Bir diğer hayalime zıplıyorum şimdi: Romantik
bir bahçe ortamında karpuz, kavun, şeftali, üzüm, mürdüm eriği ve nektarin gibi
yaz meyvelerini yerken… Palmiyelerin ve egzotik meyve ağaçlarının her tarafı
sardığı bu olağanüstü manzaralı ortamda, rüzgârın minik şakalaşmalarıyla bu
ağaçların yapraklarının gülüşmeye başlaması insanın mutluluğuna mutluluk
katıyor. Ağaçların dallarına renkli renkli tüller bağlanmış ve bu tüller her
rüzgâr esişinde muhteşem bir cümbüş oluşturuyor. Bu sefer rengârenk, çiçek
desenli, kat kat, püfür püfür bir elbise giymişim. Ayağımda beyaz, üzerinde
renkli taşların olduğu tasarımı oldukça ilginç bağcıklı bir sandalet var. Başımda
kocaman çiçekli bir kurdele bağlanmış, beyaz hasır bir şapka; elimde renkli ve
sade bir hasır çanta var. Gözümde şık bir güneş gözlüğü, bir yanımda Jane
Austen’ın Aşk ve Gurur kitabı -böylesine romantik bir ortamda anca bu romantik
klasik okunabilir-, bir yanımda da tatlış bilgisayarım. Büyükçe bir hamakta
keyif çatarken hem meyve tabağındaki meyveleri silip süpürüyorum hem de
yazılarımı yazmaya devam ediyorum. Arada zihnimi dinlendirmek ve yazdıklarımın
biraz demlenmesini sağlamak adına Austen’ı okumaya başlıyorum. Her okuyuşumda
Darcy’e daha çok âşık oluyorum. Çocukken başka bir ben, gençken başka bir ben
okuyormuş bu kitabı meğer. Keyifli mi keyifli bu yerde “yazarlık verimime”
verim katmış oluyorum, yepyeni eserler ve maceralar yaratıyorum…
Bir başka ideal ortam ise şömine sesinin
ve görüntüsünün olduğu bir ortamda, çeşit çeşit peynirlerle ve zeytinlerle dolu
asortik tabağımdan peynir atıştırırken… Bulunduğum ortam, kışın dışarıda kar
yağmasına rağmen havanın oldukça ılık olduğu ve insanı kesen bir soğuğun
olmadığı bir zaman diliminde geçiyor. Şöminenin insanın içini ısıtan çıtırtı
sesleri arasında sarımtırak bir ışık yayıyor olması, insanı dinlendirip huzur
dolu bir ortam yaratıyor. Yumuşacık ve çok geniş bir koltukta yarı uzanır
vaziyette keyif çatıyorum. Üstüme bebek mavisi, örgü bir battaniye çekmişim, üzerime
de kalın polar yumuş yumuş eflatun bir eşofman takımı giymişim. Ayağımda
pofidik, eflatun, insanın ısınmasını kat be kat kolaylaştıran, şirin mi şirin
eflatun çoraplar… Yanımda kare, camdan bir yemek sehpası duruyor. Bir elimde
elma suyum, bir elimde kürdana batırılmış içi biber dolgulu yeşil zeytin var.
Sehpanın üzerinde ise peynir ve zeytin çeşitleriyle donatılmış biraz gereksiz
derecede abartılı bir tahta tabak var. Şöminenin huzur veren sesini dinlerken
elma suyumdan bir yudum alıp hayal dünyama elimi veriyorum ve o dünya beni
içine çekmeye başlıyor. Hipnotize olmuşçasına o dünyada gezinip duruyorum. Kimi
zaman gezinmelerim aylak aylak ve biraz boş beleş olsa da dolu dolu, kaliteli
zaman geçirdiğim de oluyor. Bir süre sonra -kim bilir belki on dakika sonra
belki de iki saat sonra- bilgisayar ekranımın ışığını fark edip o dünyadan
getirdiklerimi aktarmaya başlıyorum.
Son durağımız ise yazın sahil kenarında, içinde
ananas ve kayısı dilimleri olan sodamdan asil bir yudum alırken… İçeceğimin
neden bu kadar abartılı olduğunu açıkçası ben de bilemiyorum, “hayal işte”
deyip geçiyorum. Yakıcı güneşin ve her insanın hayalinde olan dalga seslerinin
arasında ideal bir yazma ortamı yaratılmış durumda. Dalgalar minik minik dans
ediyor, altında uzandığım şemsiye ise arada sırada sallanıveriyor esintiden. Üzerimde
uçuş uçuş sarı bir elbise, mor aynalı gözlükler ve yanardönerli mor sandaletler
var. Sodamdan her yudum alışımda aklımda yeni şimşekler ve fırtınalar kopuyor, bambaşka
heyecanlara doğru koşmaya başlıyorum. Koşarken yoruluncaya kadar kafamda dönen
fikirler biraz yerlerine oturmaya başlıyor ve tekrar bilgisayarıma dönüp bu
yerleşen duyguları, düşünceleri aktarmaya başlıyorum.
Elbette bu hayaller ve ideal ortamlar ne
kadar hoş görünürse görünsün, kendi yazdığım ortamları da çok sevdiğimi ve
beğendiğimi söylemeliyim. Bunlar sadece her yazarda olan benzer düşünceler…
Kimisi İstanbul Boğazı’ndaki Galata Köprüsü’nün altındaki balıkçı
restoranlarında, kimisi İstiklâl Caddesi’ndeki banklarda, kimisi de sevdiği
insanların yanında rahat bir ev ortamında oturup yazmayı hayal eder. Tabii hayal
dünyası genişlemiş bu meslek grubundan bireyler için her yer hayallerindeki
gibidir. Bu nedenle ideal ortamlarının eksikliğini hiçbir zaman çekmezler. Hatta
çoğunlukla da o ideal ortamlarda yaşadıkları söylenebilir…
Suzan R. HOFSTEDE
1 Nisan 2022
Yorumlar
Yorum Gönder